30 Kasım 2018 Cuma

6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN “BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK” DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ("Hüsnü MERDANOĞLU Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar"



6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

Sayın Mehmet Arif Demirer, 28 Kasım 2018 Çarşamba günü, Ankara’da bir gurup yurttaşlarla bir araya gelerek, “6-7 Eylül 1955 İstanbul Olayları” konulu bir konferans verdi. İlerlemiş yaşına, sağlığı nedeniyle yürüme zorluğu çekmesine rağmen, konuşması çok akıcı, heyecan verici ve öğretici idi. O konuştukça katılımcılar, “tamamı belgelerle açıklanan ve ömürlerinde ilk defa duydukları tarihi gerçekler karşısında” şaşkınlıklarını gizleyemediler.
GENEL OLARAK OLAYLA İLE İLGİLİ YORUMLARI ŞÖYLE ÖZETLEMEK MÜMKÜN:
5 Eylül 1955 gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi yakınında bomba patlatılmış; Ertesi gün, Yazı İşleri Müdürü Gülşin Sipahioğlu olan İstanbul Ekspres gazetesinin 16.00'da ikinci baskısı yayınlatılarak ve iri puntolarla "ATAMIZIN EVİ BOMBA İLE HASARA UĞRADI" haberini yaymıştır. Bu haber halk üzerinde şok etkisi yapmış ve vahim olayların körüklenmesine neden olmuştur. Kısa sürede patlak veren olaylar esnasında, başta Rum kökenli yurttaşlarımızın olmak üzere azınlıkların ev ve işyerlerine saldırılar düzenlenmiş, üstelik bu saldırılar, ayni günlerde İstanbul pek çok uluslararası kongreye ev sahipliği yaptığı bir için İstanbul’da bulunan çok sayıda yerli ve yabancı gazetecilerin gözleri önünde olmuştur.
Sayın Mehmet Arif Demirer’in belgelere dayalı olarak açıkladığı gibi; “kalkışmayı düzenleyen menfur çevrelerce” ülkemizde azınlıklara kıyım yapıldığı imajı verilmek istenmiştir. Dahası bu, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı çirkin olayların gerisinde hükümetin ve hükümetin yönlendirdiği (o dönemde adı MAH olan) istihbarat kuruluşunun olduğu söylemi, çok art niyetli ve kasıtlı bir provakasyon biçimde yaygınlaştırılmıştır.
Her daim dikkatle araştıran, araştırmalarının sonucunu gazete, dergi ve kitaplara aktarıp kamuoyu ile özenle ve önemle paylaşan, böylece “aydın” olma yükümlüğünü tam bir onur, bilimsel, disiplin, dürüstlük ve sorumlulukla yerine getirerek, çevresini aydınlatan, Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
-6 Eylül gecesi, bir hafta önce (o tarihte İstanbul’da toplanan uluslararası kongreler, yoğun görüşme trafiği ve saygınlık ağırlıklı etkinlikler nedeniyle) Valiliğin yazılı emri ile alarma geçirilen, Birinci Ordu Komutanlığından saat 20.00’de İstanbul’un belirlenmiş adreslerinde konuşlandırılmış olmaları istenen on dokuz tabur asker dört saat gecikme ile 24.00’de gelmiş ve hükümetin ilan ettiği sıkıyönetimle durumu kontrol altına alamamıştır.
- Öncelikle olayı doğru olarak ortaya koyabilmek için 6-7 Eylül olayları tarzında “iki gün sürmüş gibi” ifade edilmesi abartıdır, yalan ve iftiradır. Çünkü olay sadece 6 Eylül 1955 günü gerçekleşmiştir. 7 Eylül günü kayda değer hiç bir olay yaşanmamıştır.
- Sonrasında da olaylar, art niyetli oldukları zaman içinde kanıtlanan bir takım kasıtlı çevrelerce sürekli abartılmıştır. Örneğini, bir gazeteci Mümtaz Türköne, (Zaman gazetesinde) bu olayların “iki gün, iki gece” sürdüğünü yazabilmiştir.
Ayrıca; Olayların yaşandığı tarihte, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan ve aynı dönemde oğlu (Dr. Orhan Köprülü) Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olarak görev yapan, üstelik Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olan Ord. Prof. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ile olaya Yassı Ada davaları arasına taşınmıştır.
Adı geçen Fuat Köprülü 27 Mayıs 1960 darbesinden 9 gün sonra: “Hadiseler, Fatin Rüştü ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir” biçimi yalan, yanlış ve iftira niteliği taşıyan talihsizya da art niyetli ve kasıtlı açıklamasını yapabilmiştir.
-Özellikle bu yalan-yanlış ve maksatlı beyanlar esas alınarak, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Başvekil Adnan Menderesaltışar yıl Ağır Hapis cezasına çarptırılmışlardır.
Gerçek durum bu iken, 6 Eylül 1955 olayının geresindeki amaç nedir sorusunun yanıtlanması gerekir.
Sovyet (SSC) öncesi Rusya’da hükümetin emriyle güvenlik güçlerinin Yahudi azınlıklara karşı giriştikleri acımasız kitlesel katliamların açıklanması/tanımlanması için kullanılan ve uluslararasısöylemlere geçen “Progrom” olarak isimlendirilen girişimlerin benzerinin Türkiye’de Rumlara karşı yapıldığı yönünde dünya kamuoyunda Türkiye’yi suçlamaya yönelik bir eylem olduğu anlaşılmaktadır.
Hiçbir hükümet kendi ülkesini, dünya kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeyeceği için, bu olayın Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yönetimve kontrolü altında faaliyet gösteren birkurum tarafından gerçekleştirmiş olması mümkün değildir. Tamimiyle dış kaynaklı bir provokasyondur.
Atina radyosunun 10 Eylül 1955 günü; “İstanbul ve İzmir'deki olaylar; İngiliz diplomasi plânlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir; bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur” içeriğinde yorum yapmış olması, minareyi çalanın kılıf arama arayışında olduğunu anımsatmaktadır.
Konferans sonunda; Anlattıklarının tamamını içeren kitapları kendisini dinlemeye gelenlere ücretsiz olarak dağıttı Sayın Mehmet Arif DEMİRER.. Bugüne kadar yazdığı onlarca kitaptan mevcutları bile dağıtmayı arzuluyordu aslında..
Sonunda; “Atatürk’ü sevmeyenlerden siyah leke ve biz.”, “Amerikalı arkadaşı Atatürk’ün Devrimlerini Anlatıyor.”, “Atatürk’ü vatan Toprağına Kavuşturmuştuk“ adlı 3 kitabı ile Kemalist Demokrat Türkiye dergisini, salonda hazır olan izleyici ve dinleyicilerine, günün anısına “hediye olarak” verdi.
Bunların içinde biri vardı ki; Bizzat kendisinin de genç bir İzci olarak katıldığı ve görevli sıfatıyla hazır bulunduğu “10 Kasım 1953 günü Atatürk’ü Vatan Toprağına Kavuşturmuştuk” adlı kitabını tanıtırken heyecandan elleri titriyor, “o tarihi günde yaşadığı anılar canlanıyor ve unutulmaz hatıralarını adeta yeniden yaşıyor gibi” heyecanlanıyor ve bu anıları tekrar yaşamanın sevinci, gurur ve mutluluğu ile kitabı bir o yana bir bu yana çeviriyordu.
Gördüğüm kadarıyla, Programın yöneticisi bile bu heyecandan etkilendi.
Zira konuşmaya başladığında yaşadığı sağlık sorununu anlatmıştı. Sonra konuyu aydınlattı. Meğer Mehmet Arif Demirer, 10 Kasım 1953 günü Atatürk’ün, Anıtkabir’de vatan toprağına defin töreni sırasında şahsen ve görevli olarak orada imiş. Beli ki bunca yıla rağmen etkileri hâlâ devam ediyor olmalı.

29 Kasım 2018 Perşembe

MERİTOKRASİ "MEHMET ARİF DEMİRER VE DEMOKRASİ" Alaeddin USTA (28 Kasım 2018, UYSAF Konferansı "İstanbul, 6-7 Eylül 1955 Olayları"

MERİTOKRASİ

"MEHMET ARİF DEMİRER VE DEMOKRASİ"
Alaeddin USTA
Her 15 günde bir UYSAF’ta yapılan toplantılarımızın bu haftaki konusu “6-7 Eylül 1955 Olayları” idi.
28.11.2018 Günü yapılacak olan toplantıda sunumu yapacak olan ise Mehmet Arif DEMİRER’di.
DEMİRER bize göre ilerlemiş yaşına rağmen, hatta sağlığı nedeniyle yürüme zorluğu çekmesine rağmen, konuşması tabir yerinde ise bülbül gibi idi.
O konuştukça kendi cehaletime kızdım,
Okuduklarıma yandım,
Eksikliğimi gördüm,
İlk kez duyduklarıma sevindim,
Derya olan bir hatibi dinlerken ne hissedilirse onların tamamını hissettim.
Anlattıklarının tamamını belgeledi Sayın DEMİRER,
Anlattıklarının tamamını içeren kitapları kendisini dinlemeye gelenlere ve hatta ücretsiz dağıttı Sayın DEMİRER,
Bugüne kadar yazdığı onlarca kitaptan mevcutları bile dağıtmayı arzuluyordu Sayın DEMİRER.
Sonunda;
Atatürk’ü sevmeyenlerden siyah leke ve biz,
Amerikalı arkadaşı Atatürk’ün Devrimlerini Anlatıyor,
Atatürk’ü vatan Toprağına Kavuşturmuştuk adlı 3 kitabı ile
Kemalist Demokrat Türkiye dergisini bizlere verdi.
Bunların içinde biri vardı ki “10 Kasım 1953 günü Atatürk’ü Vatan Toprağına Kavuşturmuştuk” adlı kitabını tanıtırken elleri titriyor, kitabı bir o yana bir bu yana çeviriyordu.
Programın yöneticisi olarak ben de heyecanlandım.
Zira konuşmaya başladığında yaşadığı sağlık sorununu anlatmıştı.
Sonra konuyu aydınlattı.
Meğer Sayın DEMİRER 10 Kasım 1953 günü Büyük Atatürk’ün Anıtkabir’e defin sırasında orada imiş.
Beli ki bunca yıla rağmen etkileri hâlâ devam ediyor.
Atatürk sevgisi bu olsa gerek.
Tabi Atatürk’ü sevenler için.
Sayın DEMİRER’in anlattığı özel anekdotlar sayesinde tüm arkadaşlarım şaşkınlıklarını ifade ederek, dilek ve temennilerde bulunarak,
Bir başka zamanda bu toplantının devam etmesine karar vererek sonuçlandı.
Hâlbuki Sayın DEMİRER süreyi bana sormuş, bir buçuk saat civarında deyince “zor” dercesine tavır takınmıştı.
Sonunda bir buçuk saati geçmiş olmamıza rağmen hızını alamamış ve bir toplantı daha önermiştir.
Sağ olun Sayın DEMİRER. Sağlıklı günler diliyorum. 30.11.2018. Alaeddin USTA. Ankara.meritokrasi11@gmail.com

12 Eylül 2018 Çarşamba

EMİN PAZARCI (HABER7COM, AKŞAM GAZETESİ) Yunan, Türkiye’yi teslim aldı. -"Evet, operasyondu o. Yunan Derin Devleti’nin son derece planlı bir şekilde hazırladığı bir operasyondu. Başarıyla da sonuçlandı, Türkiye hemen teslim oldu, hatta planlı bir şekilde teslim alındı. Bugün bile acılarını çekiyoruz o gönüllü ve aptalca teslimiyetin. 6-7 Eylül Olayları’ndan bahsediyorum…"

EMİN PAZARCI
Yunan, Türkiye’yi teslim aldı
HABER7COM
GİRİŞ: 07.09.2018 09:16
GÜNCELLEME: 10.09.2018 11:08

Evet, operasyondu o. Yunan Derin Devleti’nin son derece planlı bir şekilde hazırladığı bir operasyondu. Başarıyla da sonuçlandı, Türkiye hemen teslim oldu, hatta planlı bir şekilde teslim alındı. Bugün bile acılarını çekiyoruz o gönüllü ve aptalca teslimiyetin.

6-7 Eylül Olayları’ndan bahsediyorum…
Üstelik, teslimiyet halen devam ediyor. 6-7 Eylüldenildiğinde başımızı öne eğiyoruz. FETÖ’cü Zaman Gazetesi’nde Mümtazer Türköne ne yazmışsa, biz de onu söylüyoruz:

“İstanbul’da, Ermeni ve Yahudilerin dükkânları, evleri, okulları ve mabetleri tahrip edildi, yağmalandı. Savaş gibi bir yıkım yaşandı.”

Oysa, o olay Yunan Derin Devleti’nin arkasına batılı bazı güçleri de alarak, bize karşı çektiği bir operasyondu. İçeride de sağlam destekçileri vardı.
***
Aradan tam 63 yıl geçti…
Mehmet Arif Demirer ve rahmetli Mahmut Dikerdem gibi birkaç isim dışında olayın perde arkasını araştıran kimse çıkmadı. Üzerimize vurulan damgayı silmek için çaba göstermeden bugünlere geldik.

Bakın, o büyük operasyon neydi ve arkasında kimler vardı…
29 Ağustos-8 Eylül 1955’te, Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katıldığı Kıbrıs Konferansı toplanmıştı. Orada Lozan Barış Antlaşması’na dayanan Türk Tezi etkili olmuş, Yunan Heyeti panik halinde talimat almak için Atina’ya dönmüştü.

Lozan’da Türkiye, Kıbrıs Adası üzerindeki egemenliğini İngiltere’ye bırakmıştı. Belgenin altında Türkiye ve İngiltere’nin imzası vardı. Dolayısıyla, Yunanistan Kıbrıs konusunda taraf değildi. İngiltere, Kıbrıs üzerindeki haklarından kısmen veya tamamen vazgeçerse, Ada bize bırakılmalıydı.

Sıkışan Yunan Derin Devleti, hemen mesaiye başladı. 5 Eylül gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi’nde bir bomba patlattı. Doğal olarak Türkiye sert tepki gösterdi. Türk Heyet Başkanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra’da Yunanistan’ı suçlayan bir açıklama yaptı. 6 Eylül’de de tepki olarak İstanbul’daki olaylar patladı. İlginçtir, 7 Eylül günü konferansta konuşan Yunan Dışişleri Bakanı, olayları duymamış gibi davrandı. Tek kelime bile etmedi. Çünkü, Türkiye operasyonun farkındaydı. Fatin Rüştü Zorlu, 7 Eylül akşamı Londra’da otelde bekleyen Yunan gazetecilere aynen şöyle dedi:

“Bütün bu işlerde failler ve suçlular sizsiniz.”
Yunanistan, o kargaşa arasında Türk Tezi’nin kabul görerek, Kıbrıs konusunda “taraf olmadığının” ilanını önledi ve Londra Konferansı, sonuç bildirisi bile yayımlamadan dağıldı.

İstanbul’daki 6 Eylül olayları ile baskı altına alınan Türkiye tezinde direnemedi ve operasyonun ilk ayağı başarıyla sonuçlandı.
***
Bu arada, eş zamanlı olarak “6 Eylül utancını Türkiye’nin üzerine yıkma operasyonu” yürütüldü…

Orada da Türk Basını ve Türk Yargısı kullanıldı.
Fatin Rüştü Zorlu’nun, İstanbul’daki 6 Eylül Olaylarında Yunanlıların parmağı olduğuna ilişkin sözleri görmezlikten gelindi. Sadece 9 Eylül tarihli Vatan Gazetesi’nde yer aldı.

Selanik’teki bomba olayı ise, özellikle Gökşin Sipahioğlu’nun Yazı İşleri Müdürü olduğu İstanbul Ekspres’in “ikinci baskısı” ile alabildiğine köpürtüldü ve kitleler tahrik edildi. İlginçtir, olaylar sırasında cüzi bir maaşla gazetecilik yapan Sipahioğlu, kısa süre sonra Fransa’da büyük bir haber ajansı olan Sıpa Press’in sahibi oldu!

6 Eylül’de sadece 4 saat süren olaylar, gazetelerde 2 gün sürmüş gibi verildi. Patrikhane ve Yunan Başkonsolosluğu çok sıkı korunmasına rağmen, oralara saldırıldığı haberleri yayımlandı.

Asıl ihanet, 1960 Darbecilerinin kurduğu Yassıada Mahkemesi’nden geldi. Menderes ve Zorlu’ya duyduğu kinle tutuşan Fuat Köprülü, Yunanistan ve Rumların iddialarını mahkemeye taşıdı. “Ata’nın Selanik’teki evini Menderes Bombalattı, 6-7 Eylül Olaylarını O düzenletti” ihbarında bulundu.

Yassıada Mahkemesi, bir hukuk skandalına imza atıp, 5 Ocak 1961’de, “6-7 Eylül Olaylarını T.C Dışişleri Bakanı ile T.C Başbakanının tertiplediğine” karar verdi. İhbarcı Fuat Köprülü de oğlu Orhan Köprülü, Devlet Başkanlığı kontenjanından Kurucu Meclis Üyeliğine atanarak ödüllendirildi. Hem de 27 Mayıs Darbesi sırasında DP İstanbul İl Başkanı olmasına rağmen!

6-7 Eylül ihanetinin hikâyesi budur işte.
Türkiye, kin ve düşmanlık, darbecilerin öç alma duyguları, menfaat, yabancılara yaranmak gibi sebeplerle Yunan Hançerini kendi bağrına sapladı. O ihanetin acılarını 63 yıldır millet olarak çekiyoruz biz.

Dikkat ettiniz mi, bugün de aynısı yapılmak isteniyor. Bu ülkedeki Erdoğan düşmanları, dışarıyla işbirliği içinde sürekli yeni oyunlar sahnelemeye çalışıyorlar. Aradaki tek fark başaramamaları!
Akşam

"6-7 Eylül, Türkçü harekattır" -Yazar Nevzat Onaran, 6-7 Eylül 1955 tarihinde gayrimüslimlere dönük yaşanan ırkçı saldırıları yazdı. 6-7 Eylül herhangi bir gün değildir…Sonradan yarı ağızla reddeder gibi (Mehmet Arif Demirer, 1995) olsa da, iki ciltlik anılarında (Kastaş, 1999) Sabri Yirmibeşoğlu yine baklayı ağzından çıkardı ve daha sonra iş prensibini anlatırken, “Özel harpte bir kural vardır;


Fotoğraf: Irenyan/Wikimedia Commons (CC BY-SA 4.0)
6-7 Eylül, Türkçü harekattır
EVRENSEL GAZETESİ + E GAZETE
09 Eylül 2018 03:46

Yazar Nevzat Onaran, 6-7 Eylül 1955 tarihinde gayrimüslimlere dönük yaşanan ırkçı saldırıları yazdı.
Nevzat Onaran

nevzatonaran@gmail.com
6-7 Eylül herhangi bir gün değildir…
Türk milliyetçiliğinin asırlık ırkçı pratiğinde böylesi günler çoktur… Milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın tasfiyesi, imhası ve asimilasyonu pratiğinde, İttihat ve Terakki’den CHP’ye, Demokrat Partiye (DP) ve bugünün AKP’sine süreklilik vardır.

Demokrasi söylemiyle 14 Mayıs 1950’de hükümet olan DP’nin iktidarda olduğu 1955’in 6-7 Eylül günlerinde İstanbul’da T.C. vatandaşı Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin önceden belirlenen binlerce işyerine, evine, dini kurumuna ve okuluna saldırıldı.

Belirlendiği kadarıyla dini kurumlar ile okul dışında Rumların 2 bin 500 işyeri ile 670 evi, Ermenilerin 1000 işyeri ile 150 evi ve Yahudilerin 500 işyeri ile 25 evi yağmalandı. 60’a yakın kadına tecavüz edildi, 600’e yakın kişi yaralandı ve 15 kişi öldü. Hasarını anlatabilene göre toplam zarar 31.5 milyon lira olup, bunun 6.5 milyonu karşılanabildi. (Fahri Çoker Arşivi ve Dilek Güven, 2005)… Ankara ve İzmir’de de saldırılar oldu. 6-7 eylül bu anlamda Türkiye çapında bir saldırı ve yağmaydı… 12 Eylül 1955’te Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü’nün saldırı ve yağmadan hükümetin haberdar olduğunu açıklaması, her şeyi daha anlaşılır kılmaktadır!

1914-1923 döneminde Anadolu fiilen Hristiyanlardan temizlenmişti. 1930’lardan itibaren köylerinde tek-tük kalan ve toprağından kopmayan Ermeniler, köyden kente göçe zorlandı. Bununla da kalınmadı sonrasında Ermeniler kentlerden İstanbul’a kovalandı ve İstanbul’da bulunanlar da dışarıya göçtü… Yahudiler de 1934’te Trakya’dan İstanbul’a kovalandı.

Böylesi asırlık ırkçı pratiğin sonucu olarak, Osmanlı’nın resmi nüfus verilerine göre 1914’te bugünkü T.C. sınırları içinde yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevi nüfus payı, 1927’de yüzde 2.8’e geriledi ve bugün binde 1 bile değil. 1927’deki yüzde 2.8’lik nüfus payı dahi korunmadı, neden? Bugün binde 1’in sığınma yeri de İstanbul yani Konstantinopolis… Bu mu, eşit T.C. vatandaşlığı?

Hıristiyan ve Musevilerin son limanı İstanbul da 1930’lardan itibaren hedefteydi. Tarih verildi, İstanbul’un önce Rumlardan, fethin 500’üncü yılında 1953’te (CHP Umumi İdare Heyeti Azası Kars Mebusu Cevat Dursunoğlu’nun 27.3.1944 tarihli raporu) ve ardından diğer Hristiyan milletlerden ve Yahudilerden temizlenmesi planının icrasıyla bugüne gelindi. Rumlar, artık binlerce yıllık toprağı Konstantinopolis’te yok olma noktasında, sırada diğerleri var…

‘Düşman’ görünen iki partinin ittifakı, CHP dillendirdi, DP ise icra etti…

6-7 Eylül’ün üç aktörü vardı: Devlet yani hükümet ile militarist teşkilatı kontrgerilla, basın ve sokaktaki güruhtur… Karikatürize ediyorum; hükümet planladı, basın pişirdi ve gürüh da yedi yani saldırdı ve yağmaladı… Sokaktaki güruhtan 5 bin 104 kişi tutuklandı ve bunların epey bir kısmı da sendikalı işçiydi.

6-7 Eylül, NATO’nun Türk kontrgerillasının bilinen ilk operasyonudur. 

Bizzat ‘taze emekli dört yıldızlı general’ açıkladı (Fatih Güllapoğlu, 1991) ve bir süre sonra bunun Özel Harpçi Sabri Yirmibeşoğlu olduğu ortaya çıktı. Fatih Güllapoğlu anlatmıştı (6 Aralık 2005), Sabri Yirmibeşoğlu ile görüşürken yanlarında Emin Çölaşan da varmış, yemiş-içmişler. Sonradan yarı ağızla reddeder gibi (Mehmet Arif Demirer, 1995) olsa da, iki ciltlik anılarında (Kastaş, 1999) Sabri Yirmibeşoğlu yine baklayı ağzından çıkardı ve daha sonra iş prensibini anlatırken, “Özel harpte bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz” dedi (23 Eylül 2010, ). Sabri Yirmibeşoğlu, o kadar “başarılı bulunur” ki 1971’de Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanı ve 1988-1990’da MGK Genel Sekreteridir. (23 Eylül 2010, http://www.haberturk.com/gundem/haber/554417-kibrista-cami-bile-yaktik).

6-7 Eylül’ün bahanesi Kıbrıs, ama Kıbrıs’ta da Sabri Yirmibeşoğlu’nun açıkladığı gibi nice provokasyonlar yapıldı. 1958’de Türk Enformasyon Bürosu bombalandı, itirafçısı Rauf Denk-taş’tır. 1962’de Bayraktar Camisinin bombalanmasının Türk provokasyonu olduğunu ortaya çıkaran Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan da 23 Nisan gecesi öldürüldü. (Niyazi Kızılyürek, 2002). Kıbrıs, Türk kontrgerillasının, yavrusu TMT ile nice işler çevirdiği yerdir...

6-7 Eylül’de basın önemli rol üstlendi. Başbakan Adnan Menderes, Londra’da Kıbrıs müzakeresini sürdüren Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun “Türk kamuoyunu zaptedemiyoruz, diyebilmeliyim şikâyetleri vardır” dediğini aktardığı ve görevlendirdiği Hikmet Bil, Hürriyet gazetesi çalışanı ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanıdır. 6 Eylül’de 13.30’da İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısında ‘Atamızın evi bomba ile hasara uğradı’ manşeti benzine kıvılcım olmuştur; plan böyledir. Hikmet Bil’e göre, evdeki hesap çarşıya uymamış[mış] ve İstanbul sokaklarında olaylar çığ gibi büyümüş[müş]. Tertibin detaylarını 1976’da ‘Kıbrıs Olayı ve İçyüzü’ kitabında bir bir yazan Hikmet Bil, Yassıada yargılamasında tanık olarak “Ne var ki, tertiplerini kontrol edemediler” diyecektir.

Hikmet Bil, 6-7 Eylül yağmasının en tepesindeki kişileri, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ile Başbakan Adnan Menderes ve İçişleri Bakanı Namık Gedik olarak sıraladı. Bayar, hayli deneyimlidir, 40 yıl önce İttihatçı olarak 1913-1914’te ‘Gavur İzmir’in Türkleştirilmesi harekatında ve 17 yıl önce de 1938’de CHP’nin Başbakanı olarak Dersim kırımında işbaşındadır…

6-7 Eylül saldırısının temel hedefi, T.C. vatandaşı Hıristiyan ve Musevilerin, demografik ve ekonomik yapıdan tasfiyesidir. ‘Can ve mal güvenliği’nin imhasıyla hedeflenen gerçekleştirildi. İstanbul’un binlerce yıllık emeği-kültürü berhava edilerek, bugünkü Türk-Sünni İslâm İstanbul var edildi!Son Düzenlenme Tarihi: 09 Eylül 2018 18:25
evrensel gazetesi: https://www.evrensel.net/haber/360908/6-7-eylul-turkcu-harekattir

7 Eylül 2018 Cuma

Yunan, Türkiye’yi teslim aldı Emin Pazarcı (AKŞAM; 07 Eylül 2018 Cuma) -Mehmet Arif Demirer ve rahmetli Mahmut Dikerdem gibi birkaç isim dışında olayın perde arkasını araştıran kimse çıkmadı!..

Yunan, Türkiye’yi teslim aldı!..

Emin Pazarcı
AKŞAM GAZETESİ
Ankara: 07 Eylül 2018 Cuma

Evet, operasyondu o. Yunan Derin Devleti’nin son derece planlı bir şekilde hazırladığı bir operasyondu. Başarıyla da sonuçlandı, Türkiye hemen teslim oldu, hatta planlı bir şekilde teslim alındı. Bugün bile acılarını çekiyoruz o gönüllü ve aptalca teslimiyetin.
6-7 Eylül Olayları’ndan bahsediyorum…
Üstelik, teslimiyet halen devam ediyor. 6-7 Eylüldenildiğinde başımızı öne eğiyoruz. FETÖ’cü Zaman Gazetesi’nde Mümtazer Türköne ne yazmışsa, biz de onu söylüyoruz:
“İstanbul’da, Ermeni ve Yahudilerin dükkânları, evleri, okulları ve mabetleri tahrip edildi, yağmalandı. Savaş gibi bir yıkım yaşandı.”
Oysa, o olay Yunan Derin Devleti’nin arkasına batılı bazı güçleri de alarak, bize karşı çektiği bir operasyondu. İçeride de sağlam destekçileri vardı.
***
Aradan tam 63 yıl geçti…
Mehmet Arif Demirer ve rahmetli Mahmut Dikerdem gibi birkaç isim dışında olayın perde arkasını araştıran kimse çıkmadı. Üzerimize vurulan damgayı silmek için çaba göstermeden bugünlere geldik.
Bakın, o büyük operasyon neydi ve arkasında kimler vardı…

29 Ağustos-8 Eylül 1955’te, Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katıldığı Kıbrıs Konferansı toplanmıştı. Orada Lozan Barış Antlaşması’na dayanan Türk Tezi etkili olmuş, Yunan Heyeti panik halinde talimat almak için Atina’ya dönmüştü.
Lozan’da Türkiye, Kıbrıs Adası üzerindeki egemenliğini İngiltere’ye bırakmıştı. Belgenin altında Türkiye ve İngiltere’nin imzası vardı. Dolayısıyla, Yunanistan Kıbrıs konusunda taraf değildi. İngiltere, Kıbrıs üzerindeki haklarından kısmen veya tamamen vazgeçerse, Ada bize bırakılmalıydı.
Sıkışan Yunan Derin Devleti, hemen mesaiye başladı. 5 Eylül gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi’nde bir bomba patlattı. Doğal olarak Türkiye sert tepki gösterdi. Türk Heyet Başkanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra’da Yunanistan’ı suçlayan bir açıklama yaptı. 6 Eylül’de de tepki olarak İstanbul’daki olaylar patladı. İlginçtir, 7 Eylül günü konferansta konuşan Yunan Dışişleri Bakanı, olayları duymamış gibi davrandı. Tek kelime bile etmedi. Çünkü, Türkiye operasyonun farkındaydı. Fatin Rüştü Zorlu, 7 Eylül akşamı Londra’da otelde bekleyen Yunan gazetecilere aynen şöyle dedi:
“Bütün bu işlerde failler ve suçlular sizsiniz.”
Yunanistan, o kargaşa arasında Türk Tezi’nin kabul görerek, Kıbrıs konusunda “taraf olmadığının” ilanını önledi ve Londra Konferansı, sonuç bildirisi bile yayımlamadan dağıldı.
İstanbul’daki 6 Eylül olayları ile baskı altına alınan Türkiye tezinde direnemedi ve operasyonun ilk ayağı başarıyla sonuçlandı.
***
Bu arada, eş zamanlı olarak “6 Eylül utancını Türkiye’nin üzerine yıkma operasyonu” yürütüldü…
Orada da Türk Basını ve Türk Yargısı kullanıldı.
Fatin Rüştü Zorlu’nun, İstanbul’daki 6 Eylül Olaylarında Yunanlıların parmağı olduğuna ilişkin sözleri görmezlikten gelindi. Sadece 9 Eylül tarihli Vatan Gazetesi’nde yer aldı.

Yayını; Yazı ve Belgeleri Görmek İçin
Sitenin DERGİLER Sayfasını Tık'layın.

Selanik’teki bomba olayı ise, özellikle Gökşin Sipahioğlu’nun Yazı İşleri Müdürü olduğu İstanbul Ekspres’in “ikinci baskısı” ile alabildiğine köpürtüldü ve kitleler tahrik edildi. İlginçtir, olaylar sırasında cüzi bir maaşla gazetecilik yapan Sipahioğlu, kısa süre sonra Fransa’da büyük bir haber ajansı olan Sıpa Press’in sahibi oldu!
6 Eylül’de sadece 4 saat süren olaylar, gazetelerde 2 gün sürmüş gibi verildi. Patrikhane ve Yunan Başkonsolosluğu çok sıkı korunmasına rağmen, oralara saldırıldığı haberleri yayımlandı.
Asıl ihanet, 1960 Darbecilerinin kurduğu Yassıada Mahkemesi’nden geldi. Menderes ve Zorlu’ya duyduğu kinle tutuşan Fuat Köprülü, Yunanistan ve Rumların iddialarını mahkemeye taşıdı. “Ata’nın Selanik’teki evini Menderes Bombalattı, 6-7 Eylül Olaylarını O düzenletti” ihbarında bulundu.
Yassıada Mahkemesi, bir hukuk skandalına imza atıp, 5 Ocak 1961’de, “6-7 Eylül Olaylarını T.C Dışişleri Bakanı ile T.C Başbakanının tertiplediğine” karar verdi. İhbarcı Fuat Köprülü de oğlu Orhan Köprülü, Devlet Başkanlığı kontenjanından Kurucu Meclis Üyeliğine atanarak ödüllendirildi. Hem de 27 Mayıs Darbesi sırasında DP İstanbul İl Başkanı olmasına rağmen!
"Kemalist-Demokrat TÜRKİYE Dergisi" (Bütün Gerçekler ve Bilinmeyenler Burada)
6-7 Eylül ihanetinin hikâyesi budur işte.
Türkiye, kin ve düşmanlık, darbecilerin öç alma duyguları, menfaat, yabancılara yaranmak gibi sebeplerle Yunan Hançerini kendi bağrına sapladı. O ihanetin acılarını 63 yıldır millet olarak çekiyoruz biz.
Dikkat ettiniz mi, bugün de aynısı yapılmak isteniyor. Bu ülkedeki Erdoğan düşmanları, dışarıyla işbirliği içinde sürekli yeni oyunlar sahnelemeye çalışıyorlar. Aradaki tek fark başaramamaları!

19 Ağustos 2018 Pazar

MEHMET ARİF DEMİRER: “TÜRKİYE’NİN ACI SU POTANSİYELİ ALTERNATİF BİR KAYNAK OLABİLİR” (* Bu röportaj ORSAM Su Araştırmaları Programı Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından 9 Ocak 2012 tarihinde ORSAM, Ankara’da yapılmıştır.)

MEHMET ARİF DEMİRER: “TÜRKİYE’NİN ACI SU POTANSİYELİ ALTERNATİF BİR KAYNAK OLABİLİR” 
(Ankara: 09.01.2012)
ORSAM Su Araştırmaları Programı, May-Su A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Arif Demirer ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide, “acı su arıtımı” tekniğinin kullanıldığı ve TÜBİTAK projesi haline de gelmiş olan “Ekinambarı” projesi ele alındı. Mehmet Arif Demirer, tuzsuzlaştırılan acı suyun sulama, içme ve sanayi amacıyla kullanılabildiğini ve arıtmadan geriye kalan yoğunsuyun da değerlendirilerek çevreye hiçbir atık bırakılmadığını anlattı. Demirer, Türkiye’de acı suyun daha iyi değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, bu potansiyelin Türkiye için alternatif bir kaynak olabileceğini söyledi.
ORSAM: Sayın Demirer kendinizden kısaca bahsedebilir misiniz?
Mehmet Arif Demirer: 1961 yılında Cambridge Üniversitesi, Makine Mühendisliğini bitirdim. Aynı konuda 1964 yılında yüksek lisans yaptım ve yüksek mühendis unvanını aldım. Bugüne kadar görev aldığım kurumlar ve yaptığım işler sırasıyla;

- 1966 - 1972 Mersin Leyland Kamyon fabrikası. Son görevi Fabrika Müdürü

- 1972 - 1974 Suudi Arabistan'da 30 konuttan oluşan bir mahallenin komple yapım yükleniciliği (altyapı + mobilya dahil) İnşaatta kullanılan tüm malzemeler (demir/çimento hariç, mobilya dahil) Türkiye'den ihraç edilmiştir.

- 1975 - 1995 Avusturya'nın Steyr Daimler Puch A.G. firmasının traktör biriminin Türkiye temsilciliği ve Adapazarı Zirai Donatım tesislerinde 55 bin Steyr traktörünün yapımı, yeni modellerin geliştirilmesi, satış sonrası teknik hizmetlerin koordinasyonudur.

1996 – 2011, Daha önce (1986) kurulmuş aile şirketi ALİNA ltd şti ile membranlı su tuzsuzlaştırma teknolojilerinin önce araştırılması, çeşitli büyüklüklerde Ters Ozmos cihazlarının ithalatı ve pazarlanması. DSİ Genel Müdürlüğü'nden 7 Eylül 2007 tarihinde Ekinanbarı tuzlu (acı) kaynak suyunun tahsisinin alınması - Tahsis: 400 lt/sn, 12.6 milyon ton/yıl

2007- 2011 MAY-SU A:Ş.'nin kurucu ortağı ve Yönetim Kurulu Başkanlığı

2009-2011 Ekinanbarı kaynak sauna ilişkin 7090218 sayılı TÜBİTAK Ar-Ge Projesinin Proje yürütücülüğüdür.
"Acı Su" nedir? Ülkemizde yaygın bir su kaynağı mıdır?
Acı su, çözünmüş katı madde (Total Dissolved Solids - TDS) 500 - 20 000 mg/lt olan, denizsuyuna kıyasla az tuzlu sulardır. İngilizcesi “Brackish Water” dır. Bu sular ya kuyu açarak ve enerji tüketerek yeraltından çıkarılır ya da Ekinambarı örneğinde olduğu gibi kendi enerjisi ile de yeraltından çıkan kaynak sularıdır.

Muğla il sınırları için bilinen acı su Kaynakları şöyledir:

-Ekinanbarı (Milas) Debi: 4 000 lt/sn, TDS: 8 000 mg/lt, Denizsuyu bileşimi

-Savran (Milas) Debi: 4 000 lt/sn, TDS: 12 500 mg/lt, sülfat içeriği çok yüksek % 35

-Akyaka (Muğla) Debi: 7 000 lt/sn, TDS: 3 000 mg/lt

-Ören (Gökova) Debi: 1 000 lt/sn, TDS: 5 000 mg/lt

Bu suların tümü en çok 2 kwst/ton (ürünsuyu tonu) tüketerek içme-kullanma-sulama suyuna dönüştürülebilir. Yatırım amortismanı dışında elektrik dahil tüm maliyet girdileri toplam 1 TL/ton mertebesindedir. Yatırımı ise 12 aylık tüketimde yaklaşık 20 krş/ton. DSİ Genel Müdürlüğü'nün ülke genelinde bir acı su envanter çalışması bulunduğunu sanıyorum. Yeraltı ları Daire Başkanlığından öğrenilebilir.
"Acı su" kullanılabilir mi? Kullanım alanları nerelerdir?
Tuzsuzlaştırılmak koşulu ile acı sular, içme-kullanma-sulama suyu olarak kullanılabilir. Tuzsuzlaştırma işleminden sonra elde kalan yoğunsuyun deşarjı bir sorun oluşturabilir.
Acı su arıtımı ile ilgili sizin projeniz nedir? Nerelerde uygulanıyor?
MAY-SU A.Ş. Projesi, Ekinambarı kaynak suyunun tuzsuzlaştırılarak milli ekonomiye kazandırılmasına yöneliktir.
TÜBİTAK ile işbirliğinizi anlatabilir misiniz? Ayrıca, Acı su arıtımından sertlik, ph bakımından kalite özellikleri nedir?
7090218 sayılı TÜBİTAK Projesi, Ekinambarı tuzlu kaynak suyunun tüm teknik özelliklerinin belirlenmesi ve Elde Kalan Yoğun yun balık yetiştiriciliğinde kullanılabilirliğinin araştırılması hedefine yönelik bir Ar-Ge projesiydi. Çalışma 1.10.2009 tarihinde başladı, 30 Eylül 2011 tarihinde TÜBİTAK'a teslim edildi.

Çıktıları ile size bilgi vereyim.

A: Sertliği 2 derece (Fransız) ve PH değeri 7.5 olan bir içme-kullanma-sulama suyu. Maliyeti 1 TL/ürün suyu tonu + Yatırım Finansmanının ton başına yansımasıdır.

B. Elde kalan Yoğun TDS'i Karadeniz deniz suyuna eşit (17 000 mg/lt) olan. Bu suyun PH değeri 8.0 - 8.5 arasında değişmektedir. yun tamamı balık yetiştiriciliğinde kullanılmıştır.

Böylelikle SIFIR ATIK hedefine % 100 ulaşılmış ve patent başvurusu yapılmış ve tescil edilmiştir.

C. Balık yetiştiriciliğinde, balık dışkısı ve tüketilmemiş yem ile organik açıdan kirlenen ve bu nedenle denize deşarj edilen havuz çıktı suları İstanbul Boğazı'nın Karadeniz kıyılarından getirtilen midyeler ile temizlenmiş ve en az defa kullanılmıştır. Böylelikle su ve enerji tasarrufu sağlanmıştır. Midyeler yavrulamış ve yavrular yaşamıştır. Bu, yörede balık yanı sıra midye yetiştiriciliğinin de yapılabileceğini göstermiştir.

D. Boşa akan Ekinambarı ham kaynak suyu homojen bir şekilde (oksijen jeneratörü kullanarak) oksijenlendirilecek ve komşu toprak havuz işletmelerine, yeraltından su çıkarmak yerine, uygun fiyatla verilecektir.
Acı su arıtımın çevresel etkileri nedir? Arıtmadan arta kalanlara nasıl bir işlem uygulanıyor?
Her acı suyun elde kalan yoğunsuyu başka bir sektörde kullanılamayabilir. Örneğin komşu köy Savran'da çıkan acı suyun bileşiminde çok yüksek oranda sülfat bulunmaktadır. Bu suyun tuzsuzlaştırılması sonunda elde kalan yoğun suyun sülfat içeriği, balık yetiştiriciliğinde kullanılmasına izin vermeyebilir.

Ayrıca Akyaka kaynak suyunun TDS değeri düşük olduğundan, o suyun tuzsuzlaştırılması sonunda elde kalan yoğunsu ile ancak ülkemizde bulunmayan tatlı su levreği yetiştiriciliği yapılabilir.

Acı suların değerlendirilmesinde önce çok iyi bir kimyasal analiz yapılmalı ve gerek ürün suyunun gerekse elde kalan yoğun suyun özellikleri dikkatle tespit edilmelidir.

Netice olarak şu söylenebilir ki, Türkiye’nin acı su potansiyeli alternatif bir kaynak olabilir. Bu nedenle söz konusu potansiyel daha iyi değerlendirilmeyi hak ediyor.
Acı su ve deniz suyunu kıyaslamasını yapabilir misiniz? Arıtmalarını da maliyet ve çevresel olarak kıyaslayabilir misiniz?
Acı sular (Muğla ilinde) TDS değerleri 3 000 ila 12 500 mg/lt olan sulardır. Deniz suyu tuzluluk oranları ülkemizde şu şekilde değişmektedir:

Karadeniz: 17 - 18 000 mg/lt, Enerji: ortalama 2 kwst/ton

Marmara: 24 000 mg/lt, Enerji: 2.5 kwst/ton

Ege: 26 000 ila 38 000 mg/lt, Enerji: 2.5 ila 3 kwst/ton

Akdeniz 39 000 mg/lt, Enerji: 3 kwst/ton

Diğer maliyet unsurları (yatırım hariç) sabittir.

Yatırım:

Ekinanbarı kaynak suyu: 1 750 ton/gün. Ters Ozmos cihazı: 150 000 Euro + kdv

Deniz suyu: 1 750 ton/gün Ters Ozmos cihazı: 500 000 Euro + kdv

Genel olarak: acı suların tuzsuzlaştırılması sonunda elde kalan yoğun sular, Ekinambarı örneğinde olduğu gibi bir başka sektörde değerlendirilmese bile, TDS'leri deniz suyundan daha düşük olacağı için sorun yaratmak denize deşarj edilebilirler.

Buna karşı deniz suyunun tuzsuzlaştırılması sonunda elde kalan yoğun suyun TDS'i 60 000 mg/lt ve daha yüksek olacağından derin deniz deşarjı yapılmalıdır. Bu da çok masraflı olabilir.
Başka projeleriniz var mı?
Ekinambarı kaynak suyunun ticarileştirilmesi konusunda karşılaştığımız engeller aşıldığı takdirde, bir sonraki projemiz, Bodrum Yarımadası’nın evsel atıklarının (çöp) ayrıştırılarak değerlendirilmesidir. Özellikle restoran ve otellerin organik atıkları çok kolay organik gübreye dönüşebiliyor. Araştırması yapılmıştır.

Ayrıca ürün suyu ile geniş bir zeytinlik sulama projemiz bulunmaktadır. Bu proje Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü ile birlikte ele alınacaktır.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
* Bu röportaj ORSAM Su Araştırmaları Programı Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından 9 Ocak 2012 tarihinde ORSAM, Ankara’da yapılmıştır.

16 Ağustos 2018 Perşembe

Pembe Köşk’te savaş yılları konuşuldu "Sedat CENİKLİ, HÜRRİYET GAZETESİ Ankara Haberleri" -Araştırmacı-yazar Mehmet Arif Demirer’in yazdığı ve basımını Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) üstlendiği “2. Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye” adlı kitabın tanıtım toplantısına çok sayıda bürokrat, akademisyen, tarihçi ve üniversite öğrencisi katıldı.

HÜRRİYET "ANKARA" HABERLERİ
Pembe Köşk’te savaş yılları konuşuldu
Sedat CENİKLİ (30.11.2015)
İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 70’inci yıldönümü olan 2 Eylül günü yayınlanan “2. Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye” kitabının tanıtımı Pembe Köşk’te yapılırken, önemli isimlerin katıldığı panelle de savaş yılları konuşuldu.

Araştırmacı-yazar Mehmet Arif Demirer’in yazdığı ve basımını Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) üstlendiği “2. Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye” adlı kitabın tanıtım toplantısına çok sayıda bürokrat, akademisyen, tarihçi ve üniversite öğrencisi katıldı. Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin cenaze töreninde bulunan TBB Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu yerine Pembe Köşk’teki toplantıya katılan TBB Başkan Başdanışmanı Prof. Dr. Necdet Basa, yaptığı açılış konuşmasında, şunları söyledi: “İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 70’inci yılının kutlandığı bu yıl hazırlanan bu kitabın basımını, TBB olarak önemli bir görev olarak üstelenmiş ve memnuniyetle bastırmışızdır. Kitapta, 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü ve arkadaşlarının özellikle dış politikadaki başarıları çok net bir biçimde belgeleriyle birlikte ortaya konulmakta.”
ULUSLARARASI TÜM BELGELER
Eski büyükelçi Bilal Şimşir’in, 2. Dünya Savaşı’nda Türk dış politikası hakkında bilgi paylaştığı toplantıda konuşan İnönü Vakfı Başkanı ve İnönü’nün kızı Özden Toker de, eşi gazeteci Metin Toker’in 1998 Kahire Paneli anılarını anlattı. Sözlerine Türkiye Barolar Birliği’ne teşekkür ederek başlayan kitabın yazarı Demirer ise kitapla ilgili şu ifadeleri kullandı:
“Bu ürün 2 bölümden oluşuyor. Biri gördüğünüz kitap, diğeri kitabın göründüğü kısmının 2,5 katı olan eklerinin yer aldığı CD. Kitapta Türkçe yayınlanmış kitap, makale, bildiri ve tezlerde bahsedilmemiş belgeler var. Bunlar; Churchill ve Roosevelt’in, Almanların barış girişimlerini reddinin öyküsü, İnönü’nün Adana listesi, İnönü’nün Britanica için yazdığı 2. Dünya Savaşı makalesi, 1936 ile 1952 arasında Türkiye ile ilgili uluslararası tüm belgeler de kitabın içindeki CD’de. Kitaptaki diğer bir ilk ise Amerikalı Prof. Edward Weisband’ın 1998’de İnönü için söylediği ‘Kahire Konferansı’nda (Aralık 1943) İnönü ilahi bir gerçekçilik göstererek yalnız Türkiye’yi değil bütün Batı dünyasını korumayı başardı’ sözünün yer alıyor olması.”

3 Ağustos 2018 Cuma

TÜRK MECLİSİ (ANA SAYFA) CELAL BAYAR -Yazan: Mehmet Arif DEMİRER, "Atatürk'ü Sevmek Milli Bir İbadettir", Türkiye Cumhuriyetinin 3. ve ilk sivil Cumhurbaşkanı CELÂL BAYAR


Siyasi Partiler ve Siyasetciler - Siyasi partiler ve siyasetçiler ile ilgil diğer konular konusu hakkında görüşler. Mehmet Arif DEMİRER - (Ziyaretci) 2.8.2018 22:29:36

CELAL BAYAR
"Atatürk`ü Sevmek Milli Bir İbadettir, Türkiye Cumhuriyetinin 3. ve İlk Sivil Cumhurbaşkanı Celâl BAYAR" MEHMET ARİF DEMİRER "Celâl BAYAR Kronolojisi, Milli Mücadele Kahramanı Gazi Galip Hoca`nin Hayatı, Gelecek Nesillere Örnek Mücadelesi ve Eserleri"
CELAL BAYAR
Doğumu: 16.5.1883 &8211; Umurbey Köyü (Bursa &8211; Gemlik İlçesi)
Vefatı: 22.8.1986 &8211; İstanbul (103 yıl, 3 ay, 6 gün)

23 Nisan 1920 öncesi görevleri:
Gemlik Mahkeme ve Reji İdaresi`nde katip
1905 - Bursa Ziraat Bankası`nda memur
1905 - Deutsche Orientbank`ta (Dresdner Bank) memur, 1907 Baş Memur
1908 - İttihat ve Terakki Cemiyeti`nin Bursa örgütünde Genel Sekreter
1909 - İttihat ve Terakki Cemiyeti`nin İzmir örgütünde Genel Sekreter
1915 - İzmir Şimendifer Mektebinin kuruluşunu gerçekleştiriyor
1919 - Galip Hoca olarak Ödemiş-Aydın-Akhisar yöresinde Milli Mücadeleye katılıyor
1920 - Son Osmanlı Mebusan Meclisi`ne Saruhan mebusu olarak katılıyor (12 Ocak 1920)
1920 - Vahidettin`in iradesiyle 37 yaşında idama mahkum oluyor (11 Nisan)

Kurtuluş Savaşı boyunca görevleri:
5 Mayıs 1920 - Ankara`ya gelmiş, TBMM`ne katılmış ve Mustafa Kemal ile tanışmıştır
10 Ağustos 1920 - İktisat Vekaletine vekalet etmiştir
27 Şubat 1921 - İktisat Vekaletine asil olarak seçilmiştir
14 Ocak 1922 - İktisat Vekaletinden istifa ederek ayrılmıştır
6 Şubat &8211; 3 Nisan 1922 - Hariciye Vekaletine vekalet etmiştir
Lozan görüşmelerine danışman milletvekili sıfatıyla Heyet Üyesi olarak katılmıştır

Cumhuriyet Dönemi Görevleri:
6 Mart 1924 &8211; Mübadele, İmar ve İskan Vekili (7 Temmuz 1924 tarihine kadar)
26 Ağustos 1924 &8211; Türkiye İş Bankası kurucu Genel Müdürü
9 Eylül 1932 &8211; İktisat Vekili
20 Eylül 1937 &8211; Başvekil Vekili
25 Ekim 1937 &8211; Başvekil (25 Ocak 1939 günü cumhurbaşkanının talebi üzerine istifa)

Celal Bayar`ın ATATÜRK döneminde Türkiye`ye kazandırdığı önemli kuruluşlar:
Türkiye İş Bankası ve Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.
SÜMERBANK
ETİBANK
M.T.A.
E.İ.E.
DENİZBANK
Halkbankası ve Halk Sandıkları
T.M.O.

Celal Bayar, ATATÜRK`ün vefatından sonra 7 Ocak 1946 tarihinde üç arkadaşı ile birlikte Demokrat Parti`yi kurmuş, 22 Mayıs 1950 tarihine kadar bu partinin Genel Başkanlığını yapmıştır ve 22 Mayıs 1950 &8211; 27 Mayıs 1960 arasında Türkiye Cumhuriyeti`nin Üçüncü Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunmuştur. 27 Mayıs`tan sonra Yassıada`da yargılanmış ve 78 yaşında, yaşamında ikinci kez, idama mahkum edilmiştir. Mahkumiyeti &8216;ömür boyu hapis`e çevrilmiş ve Bayar mahkumiyetini Kayseri cezaevinde geçirmiştir. 1964 yılında çıkarılan bir af ile özgürlüğüne kavuşan Bayar 103 yaşında vefat edene kadar ülkenin siyasi sorunları ile ilgilenmeye devam etmiş ve &8216;Ben de Yazdım` kitaplarını yazmıştır.

Celal Bayar`ın yaşamından ATATÜRK dönemi dışında ATATÜRK ile ilgili önemli kesitler:
6 Haziran 1950 &8211; Durmak noktasında bulunan Anıtkabir inşaatını ziyaretle 30. Yıl`a yetiştirilmesi için Başbakan ve diğer ilgililere kesin talimat vermiş ve 10 Kasım 1953 günü ATATÜRK`ün vatan toprağına kavuşmasını sağlarken önemli bir konuşma yapmıştır:

``ATATÜRK,
``Sen bizdendin. Seni halife yapmak, padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin. Milli irade yolunu seçtin. Hayat ve şahsiyetini milletinin hizmetine vakfettin.

``Türkün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü vasıflara maliktin. Bütün bu meziyetlerinle Türkün ta kendisiydin.

``Şimdi seni kurtardığın vatanın her köşesinden gönderilen mukaddes topraklara veriyoruz.

``Bil ki, hakiki yerin, daima inandığın ve bağlandığın Türk Milletinin minnet dolu sinesidir.

``Nur içinde yat´´

1952 yılında Selanik ve Batı Trakya`ya yaptığı gezide ATATÜRK`ün doğduğu evin boş ve bakımsız bir durumda olduğunu görerek evin ATATÜRK`ün doğduğu tarihte olduğu gibi tefriş edilip bir müzeye dönüştürülmesi ve 10 Kasım 1953 tarihine yetiştirilmesi talimatını vermiştir.

Ev, 10 Kasım 1953`e kadar Bay ve Bayan Enver Ziya Karal tarafından müzeye dönüştürül-müştür.

1954 yılında A.B.D.`yi ziyaretinde Kongre`de yaptığı konuşma öncesi Kongre Kütüphane-si`ne ATATÜRK`ün üç ciltlik NUTKU`nu hediye etmiştir.

8 Nisan 1956 günü Adana`da BOSSA fabrikasının açılışlında fabrikanın kurucusu Hacı Ömer Sabancı`ya söyledikleri: (Sakıp Sabancı`dan alıntı)

``Hacı Ömer, ben sana &8216;Basma fabrikası kur. Çukurova`nın kızlarını giydir. Çukurova`nın kızlarına çeyiz yap` dedim. Beni dinledin. Bu fabrikayı kurdun. Teşekkür ederim. Allah sana uzun ömürler versin.

``Böyle hayırlı bir iş yaptığın için, Allah benim ömrümden alsın, sana versin.´´

``Ben (Sakıp Sabancı) bu sözleri duyunca hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu ne anlamlı bir konuşma idi.

``Bir cumhurbaşkanı, sanayileşmeye, istihdam yaratmaya yürekten inancını nasıl iki cümle ile dile getiriyordu.´´

Bayar`ın bu sözleri, ATATÜRK`ün 17 Eylül 1937 günü Dolmabahçe`de Afetinan`a söylediklerine çok yakındır:

``Memleketin en önemli ve esaslı işlerini konuşuyoruz. Bunlar beni yormuyor, bilakis hayat veriyor´´

ATATÜRK`ün &8216;memleketin en önemi ve esaslı işleri` olarak tanımladığı işler, Başbakan Celal Bayar`ın onayına arz ettiği 4 Senelik 3 Numaralı Kalkınma Planı`ndaki yatırım projeleri idi.

Celal Bayar, Kemalist Ekonomi`ye yön veren kişi olarak ATATÜRK`ün kendisine aşıladığı yatırım heyecanını 103 yıllık uzun yaşamının sonuna kadar eksilmeden taşımıştır.

Bu heyecanın kaynağı ATATÜRK`ün 10. Yıl Nutku`dur:

``Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir&8230;

``Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz:

``Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız.

``Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız&8230;´´

19 Eylül 1938 tarihli ULUS Gazetesi`nde Başbakan Celal Bayar`ın açıklaması:

``Her adımımızda, vatandaşlarımızın refah ve iş hacmini arttırmak, yurdumuzun emniyet ve istikbalini genişletmek gayesi vardır.´´

Celal Bayar`ın ATATÜRK`ün ekonomiye verdiği önem ve yatırımlar karşısında duyduğu mutluluk hakkında söyledikleri:

``Bir belediyenin bir mahalleye bir ampul taktığını duysa, ondan zevk alırdı. O kadar iktisadi meselelere kendisini vermişti.´´

Celal Bayar`ın ATATÜRK`ün vefatından kısa bir süre sonra 12 Aralık1938 günü, Arttırma ve Yerli Malı Haftası açış konuşmasında başbakan olarak söyledikleri, ATATÜRK`ü ve onun mirasını algılayışı açısından önemlidir:

``Atatürk`ü anmak, Atatürk`ten bahsetmek hepimiz için ruhi bir ihtiyaçtır. Fakat, bu muazzam varlık huzurunda söz söylemek kadar güç bir şey tasavvur olunamaz. Birçok güzide hatipleri-miz, birçok değerli şairlerimiz, hislerine revaç vermek için söz aldıkları zaman, bu muazzam kudretin karşısında, mutlak bir surette, aciz duymuşlardır. Bu, arkadaşlarımızın kudretsizli-ğinden, layikatsizliğinden, değil, bu muazzam varlığın herkes karşısındaki, harikulade tecelli-sindendir. Bendeniz de Atatürk hakkında, hissiyatımı ifade etmek için mutlak aciz içersinde-yim. Yalnız kendilerine karşı, gene böyle bir toplantıda, hissiyatımı ifade ederken, demiştim ki:

``Atatürk`ü sevmek, her Türk vatanperveri için milli bir ibadettir.´´

``Bendeniz, bugün de, huzurunuzda, bu Ebedi Şef`imizin, Halaskarımızın, Kahramanımızın, her türlü iyi üstün vasıfları cami olan Büyük Adam`ımızın, manevi huzurunuzda eğilerek, bunu tekrar ediyorum: ``Atatürk, seni sevmek Türk milleti için milli bir ibadettir.´´

``Büyük, Ebedi Şef`in bize vediası olan rejim (Cumhuriyet) üzerinde durmak, O`nun en basit farz olunabilecek usulleri üzerinde dahi, büyük dikkat ve teyakkuzla (uyanıklık) vazifemizi yapmak, en önemli işimizdir.´´

Kaynakça:
Celal Bayar, &8216;Ben De Yazdım` (8 Cilt) 1967 - 1972
Cemal Kutay, &8216;Celal Bayar` (4 Cilt) 1940
41 Yazar, &8216;100. Yaşında CELAL BAYAR`a ARMAĞAN` Tercüman Yayı nları, 1982

2 Ağustos 2018 Perşembe

BABİL "BAĞIMSIZ ARAŞTIRMA BİLGİ VE İLETİŞİM DERNEĞİ" -Mehmet Arif Demirer’in geçtiğimiz ay popüler bir tarih dergisinde yayınlanan ve 6-7 Eylül olaylarını Yunan derin devletinin komplosuna bağlayan yazısı sadece hayret uyandırıcı değildi; garipti de.



Olaylar Sadece İstanbul’da Yaşanmadı
DP ile Menderes’i bu kara lekeden temizlemek için girişilen çabalar beyhude gayrettir; tarih, kanaatlerle yazılamaz. İstanbul, İzmir ve Ankara’da organize bir şekilde gelişen bu kara lekeyi Yunan istihbaratına yıkmak da trajikomik bir çabadır. Cemil Koçak‘ın değerlendirmesi

Mehmet Arif Demirer’in geçtiğimiz ay popüler bir tarih dergisinde yayınlanan ve 6-7 Eylül olaylarını Yunan derin devletinin komplosuna bağlayan yazısı sadece hayret uyandırıcı değildi; garipti de. Anlaşılan Demirer, yedi yıl önce yayınlanan “6 Eylül 1955-Yassıada 6-7 Eylül Davası” kitabında ortaya koyduğu görüşlerinden hayli farklı bir noktaya gelmiş; çünkü bütün olayları Yunan derin devletine bağlıyor. Oysa 440 sayfalık kitabında bu kanaatini bir tek satırla olsun açıklamamıştı! Anlaşılan geçmişi itinayla temizlemeye kalkışanlar yine faaliyette!

Londra konferansı zafer falan değildi!
Yunan derin devletinin 6 Eylül’e yol açmasına neden olan tek gelişme, Londra Konferansı’nda Türk tezlerinin çok başarılı bir şekilde savunulması ve Atina’nın pes etmesi imiş yazara göre. Zaten kitabının da ana tezi buydu. Sonuç bildirisi konferans 6 Eylül’de devam ederken iki gün sonra yani sekizinde imzalanacakmış, fakat sonuç bildirisindeki Türk zaferinden ürken Yunanlılar, 6 Eylül’ü kotarmışlar ve bunun neticesinde de konferans akamete uğramış. Yazar eğer zamanında SBF öğretim üyeleri tarafından hazırlanan “Olaylarla Türk Dış Politikası” kitabını okuma zahmetine katlansaydı; Türk kamuoyu için hazırlanan zafer tarzı haberlerin gerçeklerle hiçbir ilgisinin bulunmadığını muhtemelen hayretler içinde görecekti. Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, daha 3 Eylül’de basına yaptığı açıklamada; konferansın başarılı olduğunu duyuruyordu; ne o yoksa sonuç bildirisi Türklerin istediği gibi mi yazılmıştı; yok canım bakan devam ediyordu, bir konferansın başarılı sayılması için her üç tarafın bir masa etrafında görüşlerini açıklamaları yeterliydi! Kendi ifadesiyle “bir konferansın muvaffak olabilmesi için onun bir uzlaşmaya gitmiş olması şart değildi.” Yani ortada bir sonuç bildirisi falan yoktu; bir Türk zaferi olmadığı gibi. Hiçbir konuda anlaşmaya varılamamıştı ki bir sonuç bildirisi imzalanabilsin! Zaten diyelim ki Yunan tarafı sonuç bildirisinden ürktü, o zaman da imzalamazdı, olur biterdi; her diplomatik toplantının ardından yenilen tarafın (!) zafer kazanan (!) karşısında sonuç bildirisi imzaladığını mı gördünüz şimdiye kadar? Atina da basitçe imzadan cayar ve konferans yarıda kesilirdi. 6-7 Eylül zahmetine katlanmaya ne gerek vardı ki?

Sözü edilmeyen ‘önemsiz’ konular
Yazar acaba Yunan propagandası mı yapıyor diye soracak olanlar varsa eğer, bir bakıma Yunan derin devletinin ne kadar becerikli olduğunu bize aktarmak zorunda. Bütün tezi buna dayanıyor çünkü. Atina, neredeyse birkaç saat içinde komployu hazırlamak ve uygulamak zorundaydı; ve bunu da başardı demeye getiriyor. Yazıda Atatürk’ün Selânik’teki evine bomba atılması suskun geçiştiriliyor; oysa yazarın bombayı atanın MAH (MİT’in eski adı) ajanı olduğunu bilmemesi herhalde imkânsız. Bu gerçek Yassıada mahkemesi duruşmalarında ortaya çıkmıştı. Yine yazar İstanbul Expres gazetesinin o gün olağan tirajının çok üzerindeki ikinci baskısının da, Mithat Perin’i kurtarmak için olacak, ısrar ve hatta tehdit üzerine gerçekleştiğini yazıyor. Bir de Perin’in MAH ile ilişkisini de gizlemek neyin nesi?

İzmir ve Ankara’yı unutuyorlar
Meğerse bütün bu olayların nedeni de Kıbrıs değilmiş, ya neymiş diye soracak olursanız, Atatürk’ün evine saldırı haberiymiş! Saldırı haberi radyoda sakin verilmiş, fakat neden bilinmez İstanbul Expres ikinci baskıdan çekinmemiş; nedenmiş bilinmez Orhan Birgit ve arkadaşları çoktan mitingi organize etmişler bile. Ve nedenmiş bilinmez olaylar, yıkım ve talan başladığında ortalıkta hiçbir güvenlik görevlisi yokmuş. Demirer, saldırganların ve talancıların işsiz güçsüz amele takımı olduğu iddiasında. Fakat o günün ve gecenin fotoğrafları bunun doğru olmadığını gösteriyor. Demirer, ayrıca Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin rolüne hiç dokunmuyor, tıpkı olayları sadece İstanbul’la sınırlı tutma gayreti gibi. Oysa Yunan derin devleti, bir anda hem İstanbul’da, hem İzmir’de, hem Ankara’da aynı anda koordineli bir tertibi başlatabilecek yetenekteydi demek!

İş üstünde yakalanan DP üyeleri
Yazar, nedense bilinenleri okurlarıyla paylaşmakta pek cimri davranıyor; yine nedense Yunan derin devletinin önceden gayri Müslimlerin kapılarına işaret koymuş olduğunu yazmaktan da çekinmiş! Demirer, olaylar sırasında ve sonrasında sıkıyönetimce tutuklanan pek çok DP üyesinin iş üzerinde yakalanmış olduğunun da bilmem farkında mı? Sonra yıkıma ve talana karışıp da yakalananların epey bir kısmının nedense Anadolu’nun çeşitli illerinden o gün için İstanbul’a “gezmeye gelmiş” işşiz güçsüzler olduğunun da mı farkında değil? Vallahi Yunan derin devletine pes doğrusu; bütün Türkleri bu komplonun içine çekmiş ve onları kullanmış! Yazarın derin “araştırması”ndan ortaya çıkan sonuç bu işte.

Neden KGB olmasın?
YAZAR Yunan derin devletinin komplosu tezini ortaya atarken herhangi bir yeni kaynak ya da belge mi ileri sürüyor diye soracak olanlara verebileceğim yegane yanıt, hayır, sadece kanaatini yazıyor olacaktır. Muhtemelen soğuk savaş yıllarında olsaydık, yazar olayların ardındaki komplonun Sovyet KGB’si olduğunu yazmaktan kendisini alamayacaktı; unutmayalım, DP iktidarı olayı gerçekleştirenlerin komünistler olduğunu ileri sürmüştü! Üç NATO üyesinin arasını açmak için KGB’nin parmağı teorisi fena da olmazdı hani! Tarih, bilgi ve kaynakla yazılır; ama hala buna direnenler var. Siyasî pozisyonların kendi tarihlerini, geçmişlerini itinayla temizlemeye kalkışmaları yeterince gülünç; fakat garip olan nokta, kendilerini ciddiye alan “derin” tarih dergilerinin bu türden yazıları yayınlamalarıdır. Anladığım kadarıyla bu türden komplo teorilerinin hala esaslı müşterisi var. Sakallı Celâl olsaydı, “keşke bir de ciddiyet ilân edilseydi” lâfını şimdi etmezdi de ne zaman ederdi diye düşünmeden edemiyorum.

OKUMA NOTLARI
6-7 Eylül’ün kamuoyuna yansıtılmasında edebiyatın ve sinemanın rolünü inkâr edemeyiz: Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” romanı 1991 yılında ilk basıldığında hayli etkili olmuştu; bunun üzerine 2008 yılında başrolünü Beren Saat’in oynadığı filmi de çekildi. Hem roman, hem de film hayli ses getirdi. Demirer’in sözü geçen kitabı bayağı eski tarihlidir (1995) ve esas olarak Yassıada mahkemelerinin tutanaklarının yayınlanmasına dayanmaktadır; bir anlamda “Güz Sancısı”na bir yanıttır; ama diğer yandan da sadece iki yıl önce 1993 yılında yayınlanan Hulusi Dosdoğru’nun “6-7 Eylül Olayları” kitabına da yanıttır. Oysa bu kitap da sonuçta Yassıada tutanaklarının bir yansımasından ibarettir. O zamanlar için tutanakların kısmen de olsa yeniden yayınlanması önemliydi, ancak artık değil; çünkü Emine Gürsoy Naskali yakın bir zaman önce zaten tamamını yayınladı: “Yassıada Zabıtları II-6/7 Eylül Olayları Davası”. Akademik araştırmaların gelişmişliği de zikredilmelidir: Toplumsal Tarih dergisinde pek çok makale yayınlandı. Ama özellikle sona bıraktım; çünkü en önemli yayın Dr. Dilek Güven tarafından yapıldı. Yazarın Almanya’da hazırladığı doktora tezinin tercümesi olan bu yayın “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları” başlığını taşıyor. Nihayet Rifat Bali, tanıklarıyla hatıralarıyla “6-7 Eylül 1955 Olayları” kitabını da yayınladı, sadece iki yıl önce. Şimdi elimizin altında bunca araştırma ve belge varken DP iktidarının olayların içinden temize çıkarılmaya çalışılmasının ne denli imkânsız bir çaba olduğunu okuyucuya hatırlattım sadece. Olayların ilk elden fotoğraflarını merak edenler de bulunabilir; o halde o sırada sıkıyönetim savcısı olan Fahri Çoker’in “6-7 Eylül Olayları-Fotoğraflar Belgeler-Fahri Çoker Arşivi” kitabına bakılmalıdır. Hala yazdıklarımdan tatmin olmayanlar varsa, bu kitabın içindeki çok sayıda belge de onlara yardımcı olacaktır.

ÖNCE İFTİHAR, SONRA TEVİL VE İNKÂR POLİTİKASI SİZE DE TANIDIK GELMEDİ Mİ?
Fatih Güllapoğlu, 1991’de yayımlanan “Tanksız Topsuz Harekât” adlı kitabında; Özel Harp Dairesi’nde de görev yapmış emekli general Sabri Yirmibeşoğlu’nun büyük bir iftiharla, 6-7 Eylül’ü HD’nin en büyük başarısı olarak lanse etmesi karşısında şaşırdığını yazıyor; ama bence şaşırmasına gerek yoktu; çünkü 90’lar bu türden ‘başarılar’la iftihar edilebilir bir dönemdi; sonra devran değişti, sanırım bu türden başarı ifadelerinin başa bela olabileceği ve olmakta olduğu iyice anlaşıldıktan sonra bu itiraf inkâr edildi. Ama 2010 yılında! Geçen 20 yılda bu “başarılar” iftihar konuları olmaktan çıkmış, ancak dost sohbetlerinde sürdürülebilir hale gelmişti.
Cemil Koçak / Star / 13.10.2012

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Ayşe HÜR (Radikal GAZETESİ) 6-7 Eylül 1955 yağması ve 1964 sürgünleri (Mehmet Arif DEMİRER)


Ayşe HÜR
Radikal GAZETESİ
6-7 Eylül 1955 yağması ve 1964 sürgünleri
Bugün tarihimizdeki utanç verici olaylardan biri olan 6-7 Eylül yağmasının 60. yıl dönümü. Geçen yıl da aynı vesileyle “Cumhuriyet’in azınlık raporunu” (okumak için tıklayın) sizlerle paylaşmıştım. O yazının girişinde geçmişi neden hatırlamalıyız sorusuna uzunca bir cevap vermiştim. Bu yüzden bu hafta neden utanç verici bu olaya dair yazdığımı açıklamaya girişmeyeceğim, doğrudan konuya gireceğim.

Ağustos 1928’de Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, Başbakan İsmet Paşa’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e birer mektup yazarak Yunanistan’ın Türk toprakları üzerinde hak iddia etmediğini ve demokratik Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek istediğini belirtmişti. Bu mektupların sonucu Venizelos’un 1931 yılının Ağustos ayında İstanbul ve Ankara’ya yaptığı iki parlak ziyaret oldu. İki ülke, Lozan Barış Antlaşması’nın kapsamında olan ancak ondan önce imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Mübadele Anlaşması’nın işlemeyen yanlarını, 1930’da iki parti halinde, Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması’nı imzalayarak düzelttiler. Aynı yıl İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Aras Atina’yı ziyaret etti. Aras 1933’te sınır güvenliğini görüşmek üzere tekrar Atina’ya gitti. Yunanistan Başbakanı Panagis Tsaldaris ile Dışişleri Bakanı DemêtreMaximos aynı yıl Ankara’ya geldiler. İki ülke arasındaki balayı, 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ile taçlandı.
(Venizelos ve eşi İstanbul’da. 24 Ağustos 1931)

BALAYI BİTİYOR
1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı, 1938’de Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir ‘tarafsızlık’ antlaşması imzalandı. 1941’de Türkiye, Kurtuluş gemisi aracılığıyla, savaş dolayısıyla Yunanistan’da hüküm süren korkunç açlığa merhem olmaya çalıştı. 1952’de Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Ancak, 1954’te Balkan Antantı’nın yenilenmesinin ardından Yunanistan’ın Kıbrıs Meselesi’ni BM’ye taşıması balayına son verdi.

Yunanistan’ın 1954’te Kıbrıs’a ‘kendi kaderini tayin hakkı’nın tanınması için BM’ye yaptığı başvuru kabul edilmeyip de, Georgios Grivas liderliğindeki EOKA Kıbrıs’ta İngilizlere karşı terör eylemlerini başlattığında, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmişti. Türkiye daveti hemen kabul ederken, Yunanistan biraz nazlanmıştı ama sonunda taraflar 29 Ağustos 1955’te Londra’da buluşmak için sözleşmişlerdi. Konferansın [I. Londra Konferansı] 7 Eylül’e kadar sürmesi planlanmıştı.

MAH MENSUPLARI İŞ BAŞINDA
Aslında aylar önce, iktidardaki DP ile muhalefetteki CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne mensup milletvekilleri, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı ise Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden Kamil Önal ise MAH üyesi bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil gibi CHP’ye yakın isimlerdi. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri vardı.

Başta İstanbul’da yayımlanan Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayımlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras aleyhine haberler boy gösteriyordu. Siyasetle ilgilenmesi devletçe yasaklanan ve ekümenikliği reddedilen Patrikhane, “Fener, tüm Ortodoks dünyasını temsil eden ekümenik patriklik olduğu halde sessiz kalarak, Kıbrıslı Rumlar’ın lideri Makarios’u desteklemekle” suçlanıyordu. Ayrıca gazeteler, Patrikhane’nin, topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını iddia ediyorlardı. Yunanistan basını da boş durmuyordu elbette. Ethnikos Kiriks’te çıkan Atatürk hakkındaki ağır yazı, Türkiye’de büyük tepkiye neden olmuştu.

“ERKEKÇE SES VERELİM!”
16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden “Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses çıkarmaya” davet etti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes, Liman Lokantası’ndaki yemekte, Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak ‘çarşambanın gelişini’ müjdeledi. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.

Menderes’le bir akşam yemeği yiyen Hikmet Bil’in iddiasına göre Menderes kendisine “Biraz önce Zorlu’dan bir mesaj aldım. Çok zor durumda imiş. Yardım istiyor. Bir demarş yapmak istiyorum” demişti. Hikmet Bil de ‘seferberlik emrini’(!) almıştı. Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde “Kıbrıs Türk’tür’” yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.

İSTANBUL EKSPRESS’İN ROLÜ
Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa “o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına gözkulak olmaları” yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü saat 11’de, İstanbul Radyosu, devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı’na dayanarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı gazete, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu. Gazetenin, bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre 230 bin baskı yapması, k?ğıt sıkıntısının olduğu bir dönemde şüphe çekiciydi. DP döneminin Münakalat (Ulaştırma) Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e göre İstanbul Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13.30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aramış ve ikinci baskı yapmak istediğini, 300 bin basacağını ve k?ğıt almak için nakit para istediğini bildirmişti. Perin, daha sonraki yıllarda Demirer’e, Sipahioğlu’nun o gün çok ısrar ettiğini, büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söylediğini açıklamıştı. Mithat Perin, saat 16.30’da gazeteye gittiğini, basımı devam etmekte olan ve o saate kadar 150 bin adedinin sokaklarda satıldığını öğrendiğini, ancak gazetenin basımını, “bobini yırtarak durdurduğunu”, “Bu iş kötü. Ortalığı karıştırabilir” diye düşündüğü söylemişti. Perin’e göre Sipahioğlu ise, bu konuda nedense hiç kaygılı değildi.

BİNDİRİLMİŞ KITALAR İŞ BAŞINDA
Gazetenin ikinci baskısından sonra İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başlamıştı. Saat 18.00-20.00 arasında üniversite öğrencileri Taksim’e doğru yürüdüler. Saat 20.00-22.00 arasında ağırlıklı olarak Cibali Sigara Fabrikası işçileri ve işsiz gençler Beyoğlu’nda dükk?nları tahrip ettiler. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm!”, “Kıbrıs Türktür!” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri durmamışlardı.

TANIKLAR NE DİYOR?
Bu konuda doktora çalışması yapan Dilek Güven’in aktardığı bazı tanıklıklar şöyleydi: “Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de ‘O zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. ‘Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.”

“Yüksekkaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkanının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkanına hiçbir şey olmadı amaTürk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki ‘Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.”

“Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkanı vardı. Adam Türk’tü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı.”

“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokak’taydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı. Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”

“Yayamın (annemin) evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.”

MİLLİ İSYAN MI, MİLLİ AYIP MI?
Bunlar yaşanırken, Ankara’dan İstanbul Valiliği’ni arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti:

“-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi’ dedim. ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ ‘Yanımda Dahiliye Vekili var, onu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a [Gedik] verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.”

Benzer olaylar İzmir’de de yaşandı. Saldırganlar Yunan Konsolosluğu’nu ateşe vermişler, altı Yunan NATO subayının evini yağmalamışlar, İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırmışlar, limanda demirli bulunan iki İngiliz gemisinin mürettebatına, mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya kumaşa sarılmış teneke kutularla saldırmışlardı. İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise, olayları göstericilerin omuzlarında izlemişti.

İstanbul Emniyet Müdürü, bir yazı ile Birinci Ordu’dan 19 bin asker istemişti. Yazıda askerlerin saat 20.00’da belirlenmiş adreslerde bulunmaları isteniyordu. Askerler nedense dört saat gecikme ile, tam geceyarısı geldi ve duruma h?kim oldular. Ardından örfi idare (sıkıyönetim) ilan edildi. Olaylar İstanbul’da 7 Eylül’de yavaşlayarak da olsa devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yaşanacaktı.

EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI
Olayların biraz öncesinde veya olaylar sırasında İstanbul’da Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Bilimleri Kongresi, Bizans Tarihçileri Kongresi, Uluslararası Üniversite Dernekleri Kongresi ve Uluslararası Kriminologlar ve Polisler Kongresi’nin olduğunu unutmak, bu olayı tezgâhlayanların işlediği en büyük hataydı. Çünkü, o sırada hükümet ciddi ekonomik sorunlarını çözmek için Dünya Bankası’na ve uluslararası para piyasalarına bel bağlamış durumdaydı ve uluslararası kamuoyunun saygın temsilcileri ve onları izleyen yabancı basın, Türkiye’deki vandallığa bizzat şahit olmuşlardı. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.

Yunanistan’da yayımlanan Vradini gazetesinin 9 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki şu ifadeler iç acıtıcıydı: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez. Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”

YAĞMANIN BİLANÇOSU
Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü, ancak sadece üç kişinin adları verilmişti. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardı, ancak daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştı. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılıyordu. Resmi rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izlemişti.

ABD İstanbul Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aitti. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturyalılara ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.

“GALİBA DOZU KAÇIRDIK NAMIK…”
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu yağmada, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürüyordu. Nitekim iddialara göre, Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
(Celal Bayar İstiklal Caddesi’nde hasar tespit gezisinde)
8 Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verdi. 9 Eylül’de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıkladı. 10 Eylül’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kuruldu. 9 Ekim 1955’e kadar komiteye bağış yapan 94 gerçek ve tüzel kişiden 42’sinin Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı kuruluşlar ya da Rum, Ermeni ve Yahudilere ait firmalar olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını gösteriyordu. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kaldı. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericiydi ancak devlet bugüne dek resmen özür dilemedi.

OLAĞAN ŞÜPHELİLER
Hükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalacaktı.

Olaylarla ilgili olarak Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan sıkıyönetim mahkemelerinde 5,104, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılandı. CHP lideri İnönü’nün hükümete sert eleştiriler yapması üzerine, sanıkların büyük çoğunluğu peyderpey salıverildi. Mahkeme TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Seferberlik Tetkik Kurulu (1965’te adı Özel Harp Dairesi oldu) üzerine gitmedi veya gidemedi. Daha sonra, KTC yöneticisi Kamil Önal’ın adamlarının, polisin mühürlemiş olduğu KTC binasına girerek MAH’a ait evrakları imha ettikleri söylenecekti.

Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok değildi. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu da beraat ettiler. Konsolos Yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik Cezaevi’nde hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğu’muz tarafından Türkiye’ye getirilmişti.

1957 seçimlerinde DP listelerinden iki Rum milletvekili seçildi. 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalandı ve Ada’ya barış ve bu antlaşmalara göre, 16 Ağustos 1960’ta Türk bayrak ve askeri geldi. Bu tarihte Zorlu ve Menderes Yassıada’daydı.

YASSIADA YARGILAMALARI
27 Mayıs rejimi, Fuat Köprülü’nün 9 Haziran 1960 tarihli Yeni Sabah’ta yayımlanan “Olayları Zorlu istedi, Menderes onayladı, Gedik tertipledi” başlıklı haberi ihbar kabul etti ve 11 sanık aleyhine dava açtı. Sanıklar arasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Kemal Hadımlı, Mithat Perin ve Gökşin Sipahioğlu da vardı. Dava 5 Ocak 1961 tarihinde Zorlu, Menderes ve Hadımlı’nın mahkumiyeti ile sonuçlandı. Diğer sanıklar beraat ettiler. Böylece ‘devlet’ adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı.

Köprülü’nün damadı Coşkun Kırca’nın, kayınpederini teyit eden tanık ifadesi, mahkeme kararının dayanağıydı. Karardan bir gün sonra, yağma sırasında DP İstanbul İl Başkanı olan Orhan Köprülü (Fuat Köprülü’nün oğlu), Devlet Başkanı Gürsel’in kontenjanından 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’e Onur Üyesi olarak girdi. Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın aracılığıyla, Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlayan Engin Uçar, uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalıştıktan sonra, Nevşehir’e önce kaymakam, ardından da vali olarak atandı. Uçar, hakkındaki suçlamaları sürekli reddetti. Dahası, bu iddiada bulunanlara davalar açıp çoğundan da yüklü tazminatlar kazandı.

ÖZEL HARP’İN MUHTEŞEM ÖRGÜTLENMESİ
Ama en ilginci, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun (daha sonra ink?r etmekle birlikte), gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi:

“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!...”

Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs Meselesi’ni kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!

1964 KARARNAMESİ
6-7 Eylül yağmasının yaraları yeni sarılmıştı ki, 1963’ten itibaren Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalar hızlandı. Türkiye’nin buna cevabı hiç beklenmedik bir şekilde oldu. 16 Mart 1964 günü, Atatürk ve Venizelos arasında 1923 tarihli Mübadele Antlaşması’nın aksayan yanlarını düzeltmek üzere 1930 yılında imzalanan ve her iki ülkenin yurttaşlarına herhangi bir ön şart öne sürmeksizin iki ülke içinde ticaret yapma, oturma, mal, mülk edinme hakkı tanıyan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi’ni feshetti. Gerekçe “antlaşmanın imza edildiği tarihten bu yana uzun zaman geçmiş olması münasebetiyle o günkü icaplara” uymamasıydı. Anlaşılan Türkiye Yunanistan’ı dize getirmek ve Kıbrıs meselesinde ön almak için, burada doğmuş büyümüş ancak Yunan uyruğunu koruyan İstanbullu Rumları bir şantaj aracı olarak kullanacaktı.

17 Mart 1964’te tapu dairelerinde, Yunan vatandaşlarına dair işlemler durduruldu. Tapu daireleri bir tedbir olarak satış ve intikal işlemlerine dair muameleleri askıya aldı ve bu suretle mülkiyet hakları ihlal edilmeye başlandı. Bu durum yürürlükteki 1961 Anayasası’na aykırıydı. Hükümet durumu hukukileştirmek için Kasım ayında 6/3801 Sayılı Kararname’yi çıkardı. Buna göre Yunan uyrukluların gayrimenkulleri üzerinden doğan hasılatlar, Merkez Bankası tarafından bloke edilmeye başladı. Ancak Anayasa’nın 11. maddesi, temel haklara ilişkin sınırlamaların ancak kanun ile yapılabileceğini söylediği için bu da hukuk dışıydı.

20 DOLAR, 20 KİLO
Hasılatlar bloke edilirken, arka planda Yunan uyrukluların sürgün edilmesi kararı alınmıştı bile. Sürgün edileceklere doğrudan tebligat yapılmamıştı. Aralıklı olarak gazetelerde sürgün listeleri yayımlanıyordu. Adlarını listede görenler, yabancılarla ilgili Emniyet 4. Şube’ye gidiyorlar ya da götürülüyorlardı. Orada kendilerine bir belge imzalatılıyordu. Söz konusu belge ile yasaları ihlal ettiklerini, Türkiye aleyhine politik faaliyetleri bulunan Eleniki Enosis üyesi olduklarını ve Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para göndermiş olduklarını kabul etmiş oluyorlardı. Böylece ‘sürgün’, ‘ülkeyi gönüllü olarak terk etme’ şekline dönüştü. Bu ‘itirafnameleri’ imzalamak istemeyenleri sıkıntılı anlar bekliyordu. İmzayı atanlar ise profilden ve yandan suç numarası önünde fotoğraflarını çektirip, parmak izlerini verdikten sonra, 48 saat ile 10 gün arasında değişen bir sürede ülkeden çıkmak üzere evlerine dönüyorlardı.
(Sürgünler uçaklarını Yeşilköy’de uçağa binmeyi beklerken)
(Sürgünler geçici olarak yerleştirildikleri Atina Tiyatrosu’nun localarında.)
Sürgünlerin yanlarına 20 kiloyu aşmayacak bir bavul ve 20 dolar karşılığı (yaklaşık 200 Türk Lirası) para almalarına izin verilmişti. Sözlü tarih anlatılarına göre, gümrük alanlarında sürgünlerin altın dişi olup olmadığına bile bakılmıştı.

Eylül sonuna kadar 12 bin kadar Yunan uyruklu Türkiye’yi terketmişti. Ancak Türkiye Cumhuriyet yurttaşı Rumlarla, aynı din ve etnik kökten gelen Yunanistan tebaalı Rumların onlarca yıldır İstanbul’da birlikte oluşturdukları aileler de bu sürgünü çok acı şekilde yaşadılar. Çünkü eşi Yunan tebaalı, kendisi Türk tebaalı ailelerin bir bölümü sürgüne gönderilecek, tabii bunların eşleri ve çocukları da aynı sürgünün bir parçası olacaklardı. Daha sonradan Türkiye’deki atmosferden endişe duyanlar da ayrılınca sürgün sayısı 45 bine ulaştı.

Böylece 1914’te İttihat ve Terakki’nin Ege’de başlattığı “Rum kaçırtması”, 1919-1921’de Pontus Rumların kırımı ve Eylül 1922’de kelimenin gerçek anlamıyla Rumların (ve Ermenilerin) denize dökülmeleriyle ilk zirvesini yapmış, 6-7 Eylül 1955’in eksiği 1964 yılında tamamlanmıştı. Bu tarihten sonraki göçler sonucu, 1914’te 2 milyon kadar olan Rum nüfusu 2 bin kişiye kadar düşürüldü. Böylece devletimiz muhteşem bir görevin (!!!), önemli bir parçasını, Anadolu’yu etnik, dinsel, dilsel ve kültürel açıdan tektipleştirme projesini büyük ölçüde yerine getirdi. Bu projeye inatla direnen Sünnisiyle, Kızılbaşıyla Kürtleri ve Zazaları neyin beklediğini hep birlikte göreceğiz…

Özet Kaynakça: Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar–Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S. 117, s.86-93; Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.28-38; Uygur Kocabaşoğlu, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.45-49; Mete Tunçay, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum, S. 33, 1986; Orhan Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, agy, S. 177, 1998; Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yayınları, 1993; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955-Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam Yayınevi, 1995; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Olayları-50. Yılda Yeni Bakış–Hangi Derin Devlet?, Demokratlar Kulübü Yayınları, 2006; Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon, S. 457, 13 Temmuz 2004; Fatih Güllapoğlu, “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991, s. 24-27; Rıdvan Akar, Hülya Demir, İstanbul’un Son Sürgünleri, Doğan Yayınları, 2014; Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İletişim Yayınları, 2007.

PANEL: Üniversitede II. Dünya Savaşı "Mehmet Arif DEMİRER" Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Konferans Salonu (09-05-2016) ARDAHAN "SES" GAZETESİ

PANEL: Üniversitede II. Dünya Savaşı
Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Konferans Salonu
Mehmet Arif DEMİRER (09-05-2016)

Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonu’nda düzenlenen panele ARÜ Rektörü Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sami Özcan, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Erdoğan Altınkaynak, İlahiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Ceval Kaya ile çok sayıda akademisyen ve öğrenci katıldı.
Panelin ilk konuşmasını gerçekleştiren, Prof. Dr. Mehmet Akif Tural Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda çıkarttığı bazı kanunlar konusunda bilgiler verdi. Prof. Dr. Mehmet Akif Tural, Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında neden kaldığının ve savaş sırasında alınan politik, siyasi kararların bazı grupları rahatsız ettiğini ve olanlar tarafından anlaşılamadığını bu yüzden daha sonra üretilmiş yanlı bilgilerin ortalığa çıktığını ifade etti. İkinci Dünya Savaşı’nda başta olan kadro, Birinci Dünya Savaşı’nın bütün sıkıntılarını, yokluğunu, mahrumiyetini yaşamış kadro olduğunu, kendisini korumak için gelende, cezalandırmak için gelen işgalci kuvvetlerinde aynı şeyi yapacağını söyleyen Prof. Dr. M. Akif Tural, o dönemde Atatürk’ün “Tarihte yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözünün dikkate alındığını belirterek birinci dünya savaşında yaşanılan kayıplardan ötürü yeni bir savaştan çekinildiğini belirtti. Prof. Dr. Tural, “40 yılındaki milli korunma kanunu gibi kanunlar çıkardık o dönemde. Bu kanunla halkın ve ordunun temel ihtiyaçlarının karşılanması güvenceye alınmaya çalışıldı. 42de varlık vergisi çıkarıldı. Toprak mahsulleri vergisi çıkarıldı. Toprak ağaları karşı çıktı. Fakat bu kanunlarda uygulayıcıların yaptığı hatalar sebebiyle istenilen verim alınamadı” dedi.
İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye: 1943-1945 Yıllarında Türkiye’nin Yalnızlığı konusunu anlatan Mehmet Arif Demirer, İkinci Dünya Savaşı’nın uzun bir savaş olduğunu çok uzaklarda başladığını, çok örnekleri ile çifte standart uygulandığını söyledi. Türkiye’nin sürekli savaşın taraflarınca savaşa sokulmak istendiğini, bu süreçte üst düzey görüşmelerin hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında birçok görüşmenin yapıldığını vurguladı. Mehmet Arif Demirer, Türkiye’ye savaşa girmesi halinde ordunun destekleneceğini ve birçok ihtiyacının karşılanacağının vaat edilmesine rağmen Türkiye’nin savaşa fiilen girmediğini belirtti.
Panelde ki konuşmaların ardından ARÜ Rektörü Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı en önemli işlerden birisi ikinci dünya savaşına girmemesi olduğunu, Türkiye savaşa girmediği için birçok mizansen uygulandığını Nihal Atsız, Sabahattin Ali gibi vatanını seven değerler üzerinden yapılan kavgalar bunların örneği olduğunu ifade etti. Prof. Dr. Korkmaz, “Türkiye çok ağır bedeller ödemiştir. Türkiye insanlarını harcamamalıdır. Türkiye’nin geleceğini karartmak isteyen odaklar gençleri birbirine düşürüyorlar. Bu ülkede barış içinde yaşamak için bu oyunların farkında olmalıyız. Biz kardeş olarak birbirimizin kaderi birbirine bağlıdır. Ben bugün bize değerli bilgilerini aktaran kıymetli hocalarıma üniversitemiz adına teşekkür ediyorum” dedi. Kars Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sami Özcan ise yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin bir takım emperyalist güçlerin oyunlarına gelmemesi gerektiğini, bu topraklarda yaşayanların aynı acıyı aynı sevinci birlikte yaşaması gerektiğinin altını çizdi. Prof. Dr. Özcan, gençlere kendi tavsiyesinin bazı şeylerin analizinin iyi yapmaları gerektiğini, bu topraklarda insanların kaderleri ile baş başa olduğunu, zenginlikleri beraber yaşayıp, beraberce büyümenin mümkün olduğunu söyledi.
Programın ardından panelistlere ARÜ Rektörü Prof. Dr. Ramazan Korkmaz ve Kars Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sami Özcan tarafından katkılarından dolayı teşekkür belgesi ve çiçek takdimi gerçekleştirildi.